Cunda Tatili
Ne Ayvalık adını, arada bir yediğim ayvadan almış, ne de Sarımsaklı sarmısaktan türemiş. Cunda diye bildiğim adanın ismi ise Alibey’e çevrileli çok olmuş. Nüsra tüm tatil boyunca karşılaştığı herkese “Siz Ada’nın yerlisi misiniz?” diye sormasa, bunları öğrenemeyecek, dünyadan bi haber geri dönecektik tatilden.
Cunda’ya vardığımızda ilk işimiz kalacak düzgün bir yer aramak oldu. Internet’ten bulduğum otel ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Sağ olsunlar rezervasyonumuzu kolaylıkla iptal ettiler, biz de çantaları otelde bir komiye emanet ederek, çıktık dışarıya, kalacak bir yer aramaya.Kime sorsak adanın arkasını önerdi, hem konaklama, hem de denize girmek için. Taksiler o kadar pahalıydı ki, iş ayaklara düştü. Bir yandan sohbet ettik, bir yandan da yürüdük Ada’nın arka tarafına doğru. Aradığımız saklı cenneti bulacaktık sanki orada. Kimbilir, belki de arka tarafta, dünyanın en yakışıklı, en karizmatik tipleri, müthiş oteller, olağanüstü bir doğa bizi bekliyordu. Yolda Stefano D’Anna’nın “portatif cennet” kitabından bahsetti Nüsra. “Cenneti dışarda aramak yerine, keşke kendi içimizde taşısaydık” dedim ben de Bora ve Çağrı’nın seminerlerini düşünerek. Sanki bulundukları yerdeki ortamı bile değiştiriyorlardı. Her sorun önemini yitiriyor, kolaylıkla çözülecekmiş gibi geliyor; sevgi, dostluk ve birlikten değerli bir şey yokmuş gibi hissediyordum seminerlerde, huzur buluyordum."Nurla yıkanıyormuşsun gibi oluyor" dedim Nüsra'ya, seminerleri anlatıp, Ada’nın yollarında yürürken. Nüsra da Ali’den bahsetti, tanışmalarından, ilk başlardaki ukalalığının yerini zamanla nasıl saygıya bıraktığından. Söz sözü açarken bulduk kendimizi Ada’nın arkasında. Eşekler karşıladı bizi, bir de inşaat işçileri. Deniz güzeldi gerçekten, kumsal yerine taşlar olsa da, doğallığıyla baştan çıkarıyordu.Yine de bulamadık orada kalmak istediğimiz bir yeri de, hurileri de, cenneti de... Sonraki günlerde denize girmeye geldik Ada’nın arkalarına; güneşlenirken müzik yerine dalgaların sesini dinlemek çok rahatatıcı oldu.
Cunda’nın merkezinde, yeni açılmış bir pansiyon bulduk. İlk tuttuğumuz otelin hemen arkasında, Tutku isimli, tertemiz, kahvaltıda kekik, zeytinyağı, bolca peynir, bal ve domatesin verildiği bir pansiyon. Seneye terasına şarap evi yapacaklarmış, odalara da mumlar koyacaklarmış. Duvarlarındaki orkide resimleri kendimi evimde gibi hissettirse de, fazla zaman geçirmedik orada, uyuduk sadece gecelerde. Nüsra her sabah, erken saatlere alarm kurdu, her seferinde uyandım, kimi günler yürüyüşlerine eşlik, kimisinde ise uykuya devam ettim. Zaten öğlen 12, gece 12 arasında sürekli uykum olmasından yakındı Nüsra. Bara gitmek istemiyor, müzik çalan tekneye bile binmekte diretiyordum. Dalgaların sesini öylesine özlemiştim ki, yıldızları, ağaçları, doğayı.Nüsra’ysa kıpır kıpırdı. “Siz Ada’nın yerlisi misiniz? diye sormadığı kalmadı, otostop yaptığımız, her halinden İstanbullu olduğu belli olan bayandan, kumsalda ayak üzeri konuştuğumuz Ankaralılar’a kadar. Son güne dek bulamadık Ada’da bir yerli.Zaman zaman Yunan ezgilerine, Türk fasılları eşlik ediyordu Ada gecelerinde.Yıkılmak üzere olan kiliseler, adanın bir zamanki kimliğini ele veriyor, yine de eskilerden bir yüze raslamak mümkün olmuyordu. “Keşke tarihini de bilen birisi bize buranın hikayelerini anlatsa” diyor, müthiş mezeler, zeytinyağlılar ve balıkların bolca olduğu akşam yemeklerinin ardından içtiğimiz Türk kahveleri, iyi fal bakan birinin eksikliğini hissettiriyordu. Sonra üçünü de; Ada’nın yerlisini, tarihçiyi ve falcıyı bir arada bulduk, aynı teknede, tek bir bedende.
Yazın popüler şarkılarına, etli butlu kadınların oryantal danslarıyla eşlik ettiği, tıklım tıkış, tüm gün gürültü ve curcunanın eksik olmadığı teknelere binmek istemiyordum. Ama Cunda çevresindeki koyların da öylesine methini duymuştuk ki, görmeden dönmek te olmazdı. Şansımıza entstrümantal müzik çalan, Hollandalı, İtalyan, Alman ve Türk, yaklaşık 15 kişinin olduğu bir gezi teknesi bulabildik.İranlı bir yazarın yazdığı ”Ay doğarken” isimli bir kitap okuyordum tatil süresince, baş kahramanı sarışın, melez bir bayan ahçı olan; 39 yaşlarında, delicesine aşık. Tekne gezisinde tam da bu yaşlarda, sarışın bir ahçıyla tanıştık. Türktü kendisi, 20 yıldır İtalya’da yaşıyormuş. İtalyan olan eşi de baş ahçıymış. “Baba filminden çıkmış gibi” bulmuştu Nüsra adamı. Tam bir İtalyan’dı, canlı canlı bakan, koyu renk gözleri olan. Karı-koca hoş, kibar bir çifttiler.Elimdeki kitaptaki satırlara baktım, sonra bayana. Kitabı okurken, hayalimde canlandırdığım gibiydi, karşımdaydı.
Nüsra herkesle sohbet etti, tekneden denize balıklama, ya da çivileme atlamadığı zamanlarda. “Sen arkadaşın gibi pek dalmıyorsun” diyerek, beni de dalmaya ikna etmeye çalışsa da kaptanlar, pek başarılı olamadılar. Ben de tuttukları ahtopotları denize atmaya ikna edemedim. Ahtopot, ohto kelimesinden geliyormuş, ohto 8 demekmiş Yunanca, pot ise kol. “8 kollu” demekmiş ahtopot.Bir kolunu yese, yenisi çıkarmış. 2 tane ahtopot tuttu kaptanlar denize girdiğimiz yerlerden, birisi bir hayli büyüktü, vantuzları kuvvetle yapışıyordu. Kaptan ahtopotu sırtında taşıyor, kafasına çekinmeden koyuyordu, bense tek bir vantuzuna korka korka dokunabilmiştim. 50 milyon edermiş bir tanesi, eti de çok lezzetli olurmuş. Yine de kıyamadım ahtopota, keşke denize geri atsalardı.
Sonrasında bize deniz yıldızları hediye etti kaptanlar. Gazete arasına konmuşlardı, ama henüz kurumaya başlamamışlardı.Teşekkür ederek aldık, görmedikleri bir zamanda da denize geri attık Nüsra’yla, kaptanlardan birisi, daha yaşlıca olanı bize fal baktıktan sona. Tarih Fakültesi mezunuymuş, ama hep denizcilik yapmış, 2 tapulu, 4 te tapusuz çocuğu varmış. Ada’nın da yerlisiymiş üstüne üstlük. O anlattı Ayvalık’ın, ayvata isimli bir midyeden adını aldığını. Sarımsaklı’nın ise şu türküden;
“Sarım saklı,
Karım saklı
Sarım nerde saklı?”
Bir vakitler Yugoslavya göçmenleri gelmişler, Ayvalık’a yerleşmişler. En zenginlerinden birinin sarı saçlı, güzeller güzeli kızına ise Ayvalık’ın fakir bir genci aşık olmuş. Kaç kere dayak yemiş yine de pes etmemiş, kızı kaçırmayı kafasına koymuş. Babası da saklamış kızını, aşık genç deli divane, tüm gün “sarım saklı, nerde saklı” diye dolaşır olmuş. Hikayenin devamını bilmiyoruz, ama Sarımsaklı ismi buradan geliyormuş, onu biliyoruz.
Ayvalık’tan, Cunda’dan, Yunan adalarından bahsetti, bir yandan da kendi hayat hikayesini anlattı bize. Çocukken öldüğünü, bir gün ölü kaldığını, sonrasında ise medyumik yeteneklerinin başladığını söyledi. Uyumadan, rüyalar gördüğünü ve hiç tanımasa bile, karşısındaki hakkında herşeyi bilebildiğini. Kahve bahaneymiş, o görüyormuş. Yine de çevirdik fincanları, koyduk tabaklarının üstüne, başladık telvenin kurumasını beklemeye. Fincanı eline aldığında o başladı, gördüklerini anlatmaya:
“Ailenin göz bebeğiymişsin. Arkadaşların seni çok seviyor. İşyerinde değer veriyorlar. İstediğin her çevreye girersin sen, kalabalık ta çevren. Fakat yalnızsın, ruhun yalnız....”
Yarım saat bana fal baktı, yarım saat te Nüsra’ya. Nüsra söylediklerini dinlerken hiç renk vermedi, ne onaylama ifadesi belirdi yüzünde, ne de inkar. Uslu uslu, kıpırdanmadan dinledi, normal halinin aksine. Bense sigara yaktım, önerilerini unutmamak için tekrarladım kendi kendime içimden. Evde, yalnız, düşüncelere dalmayacaktım. Hayatın değerini bilecek, mutlu olacaktım. 2006 çalkantılıydı, ama şanslı ve kısmetli biriydim ben.Acele etmeyecektim, ne istediğimi biliyormuş, sandığımdan bile çabuk olacakmış...”
Neyzen Tevfik’e benziyordu; bol küfürlü, güzel gönüllü. Cunda da Bodrum’un eski haline benziyordu, bir de çocukluğumun geçtiği Erdek’ten yarım saat uzaklıktaki Narlı’yı anımsatmıştı bana. Oranın doğallığını hatırlatmış; şehir hayatını da, iş hayatını da unutturmuştu çok kısa bir sürede. Nüsra’yla kitap yazmaya karar vermiş, güzel güzel hayaller kurmuştuk tatil süresince.Taş evlere bayılmış, damlasakızlı dondurma yemiş, uzun uzun gazete okumuş, ayna gibi sularda yüzmüş, güzel bir tatil geçirmiştik beraber. Cunda adaydı ama Ayvalık’a bir yolla bağlanıyordu. Mevlana Caddesi’yle başlıyordu Cunda, Ayvalık’a vardığınızda ise Yunus Emre Sokağı karşılıyordu sizi. Eve dönüşte, bu yollardan geçerken, dönüp baktım Cunda’ya, çocukluğuma geri bakarcasına...Yüreğimde cennetin olduğu, yarınlar için korku duyulmadığı, anne sıcaklığından mahrum kalınmadığı, mutlulukla uykuya dalınıp, sabahlara neşeyle uyanıldığı günlere bakarcasına... Unutmak istememecesine...
Cunda’ya vardığımızda ilk işimiz kalacak düzgün bir yer aramak oldu. Internet’ten bulduğum otel ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Sağ olsunlar rezervasyonumuzu kolaylıkla iptal ettiler, biz de çantaları otelde bir komiye emanet ederek, çıktık dışarıya, kalacak bir yer aramaya.Kime sorsak adanın arkasını önerdi, hem konaklama, hem de denize girmek için. Taksiler o kadar pahalıydı ki, iş ayaklara düştü. Bir yandan sohbet ettik, bir yandan da yürüdük Ada’nın arka tarafına doğru. Aradığımız saklı cenneti bulacaktık sanki orada. Kimbilir, belki de arka tarafta, dünyanın en yakışıklı, en karizmatik tipleri, müthiş oteller, olağanüstü bir doğa bizi bekliyordu. Yolda Stefano D’Anna’nın “portatif cennet” kitabından bahsetti Nüsra. “Cenneti dışarda aramak yerine, keşke kendi içimizde taşısaydık” dedim ben de Bora ve Çağrı’nın seminerlerini düşünerek. Sanki bulundukları yerdeki ortamı bile değiştiriyorlardı. Her sorun önemini yitiriyor, kolaylıkla çözülecekmiş gibi geliyor; sevgi, dostluk ve birlikten değerli bir şey yokmuş gibi hissediyordum seminerlerde, huzur buluyordum."Nurla yıkanıyormuşsun gibi oluyor" dedim Nüsra'ya, seminerleri anlatıp, Ada’nın yollarında yürürken. Nüsra da Ali’den bahsetti, tanışmalarından, ilk başlardaki ukalalığının yerini zamanla nasıl saygıya bıraktığından. Söz sözü açarken bulduk kendimizi Ada’nın arkasında. Eşekler karşıladı bizi, bir de inşaat işçileri. Deniz güzeldi gerçekten, kumsal yerine taşlar olsa da, doğallığıyla baştan çıkarıyordu.Yine de bulamadık orada kalmak istediğimiz bir yeri de, hurileri de, cenneti de... Sonraki günlerde denize girmeye geldik Ada’nın arkalarına; güneşlenirken müzik yerine dalgaların sesini dinlemek çok rahatatıcı oldu.
Cunda’nın merkezinde, yeni açılmış bir pansiyon bulduk. İlk tuttuğumuz otelin hemen arkasında, Tutku isimli, tertemiz, kahvaltıda kekik, zeytinyağı, bolca peynir, bal ve domatesin verildiği bir pansiyon. Seneye terasına şarap evi yapacaklarmış, odalara da mumlar koyacaklarmış. Duvarlarındaki orkide resimleri kendimi evimde gibi hissettirse de, fazla zaman geçirmedik orada, uyuduk sadece gecelerde. Nüsra her sabah, erken saatlere alarm kurdu, her seferinde uyandım, kimi günler yürüyüşlerine eşlik, kimisinde ise uykuya devam ettim. Zaten öğlen 12, gece 12 arasında sürekli uykum olmasından yakındı Nüsra. Bara gitmek istemiyor, müzik çalan tekneye bile binmekte diretiyordum. Dalgaların sesini öylesine özlemiştim ki, yıldızları, ağaçları, doğayı.Nüsra’ysa kıpır kıpırdı. “Siz Ada’nın yerlisi misiniz? diye sormadığı kalmadı, otostop yaptığımız, her halinden İstanbullu olduğu belli olan bayandan, kumsalda ayak üzeri konuştuğumuz Ankaralılar’a kadar. Son güne dek bulamadık Ada’da bir yerli.Zaman zaman Yunan ezgilerine, Türk fasılları eşlik ediyordu Ada gecelerinde.Yıkılmak üzere olan kiliseler, adanın bir zamanki kimliğini ele veriyor, yine de eskilerden bir yüze raslamak mümkün olmuyordu. “Keşke tarihini de bilen birisi bize buranın hikayelerini anlatsa” diyor, müthiş mezeler, zeytinyağlılar ve balıkların bolca olduğu akşam yemeklerinin ardından içtiğimiz Türk kahveleri, iyi fal bakan birinin eksikliğini hissettiriyordu. Sonra üçünü de; Ada’nın yerlisini, tarihçiyi ve falcıyı bir arada bulduk, aynı teknede, tek bir bedende.
Yazın popüler şarkılarına, etli butlu kadınların oryantal danslarıyla eşlik ettiği, tıklım tıkış, tüm gün gürültü ve curcunanın eksik olmadığı teknelere binmek istemiyordum. Ama Cunda çevresindeki koyların da öylesine methini duymuştuk ki, görmeden dönmek te olmazdı. Şansımıza entstrümantal müzik çalan, Hollandalı, İtalyan, Alman ve Türk, yaklaşık 15 kişinin olduğu bir gezi teknesi bulabildik.İranlı bir yazarın yazdığı ”Ay doğarken” isimli bir kitap okuyordum tatil süresince, baş kahramanı sarışın, melez bir bayan ahçı olan; 39 yaşlarında, delicesine aşık. Tekne gezisinde tam da bu yaşlarda, sarışın bir ahçıyla tanıştık. Türktü kendisi, 20 yıldır İtalya’da yaşıyormuş. İtalyan olan eşi de baş ahçıymış. “Baba filminden çıkmış gibi” bulmuştu Nüsra adamı. Tam bir İtalyan’dı, canlı canlı bakan, koyu renk gözleri olan. Karı-koca hoş, kibar bir çifttiler.Elimdeki kitaptaki satırlara baktım, sonra bayana. Kitabı okurken, hayalimde canlandırdığım gibiydi, karşımdaydı.
Nüsra herkesle sohbet etti, tekneden denize balıklama, ya da çivileme atlamadığı zamanlarda. “Sen arkadaşın gibi pek dalmıyorsun” diyerek, beni de dalmaya ikna etmeye çalışsa da kaptanlar, pek başarılı olamadılar. Ben de tuttukları ahtopotları denize atmaya ikna edemedim. Ahtopot, ohto kelimesinden geliyormuş, ohto 8 demekmiş Yunanca, pot ise kol. “8 kollu” demekmiş ahtopot.Bir kolunu yese, yenisi çıkarmış. 2 tane ahtopot tuttu kaptanlar denize girdiğimiz yerlerden, birisi bir hayli büyüktü, vantuzları kuvvetle yapışıyordu. Kaptan ahtopotu sırtında taşıyor, kafasına çekinmeden koyuyordu, bense tek bir vantuzuna korka korka dokunabilmiştim. 50 milyon edermiş bir tanesi, eti de çok lezzetli olurmuş. Yine de kıyamadım ahtopota, keşke denize geri atsalardı.
Sonrasında bize deniz yıldızları hediye etti kaptanlar. Gazete arasına konmuşlardı, ama henüz kurumaya başlamamışlardı.Teşekkür ederek aldık, görmedikleri bir zamanda da denize geri attık Nüsra’yla, kaptanlardan birisi, daha yaşlıca olanı bize fal baktıktan sona. Tarih Fakültesi mezunuymuş, ama hep denizcilik yapmış, 2 tapulu, 4 te tapusuz çocuğu varmış. Ada’nın da yerlisiymiş üstüne üstlük. O anlattı Ayvalık’ın, ayvata isimli bir midyeden adını aldığını. Sarımsaklı’nın ise şu türküden;
“Sarım saklı,
Karım saklı
Sarım nerde saklı?”
Bir vakitler Yugoslavya göçmenleri gelmişler, Ayvalık’a yerleşmişler. En zenginlerinden birinin sarı saçlı, güzeller güzeli kızına ise Ayvalık’ın fakir bir genci aşık olmuş. Kaç kere dayak yemiş yine de pes etmemiş, kızı kaçırmayı kafasına koymuş. Babası da saklamış kızını, aşık genç deli divane, tüm gün “sarım saklı, nerde saklı” diye dolaşır olmuş. Hikayenin devamını bilmiyoruz, ama Sarımsaklı ismi buradan geliyormuş, onu biliyoruz.
Ayvalık’tan, Cunda’dan, Yunan adalarından bahsetti, bir yandan da kendi hayat hikayesini anlattı bize. Çocukken öldüğünü, bir gün ölü kaldığını, sonrasında ise medyumik yeteneklerinin başladığını söyledi. Uyumadan, rüyalar gördüğünü ve hiç tanımasa bile, karşısındaki hakkında herşeyi bilebildiğini. Kahve bahaneymiş, o görüyormuş. Yine de çevirdik fincanları, koyduk tabaklarının üstüne, başladık telvenin kurumasını beklemeye. Fincanı eline aldığında o başladı, gördüklerini anlatmaya:
“Ailenin göz bebeğiymişsin. Arkadaşların seni çok seviyor. İşyerinde değer veriyorlar. İstediğin her çevreye girersin sen, kalabalık ta çevren. Fakat yalnızsın, ruhun yalnız....”
Yarım saat bana fal baktı, yarım saat te Nüsra’ya. Nüsra söylediklerini dinlerken hiç renk vermedi, ne onaylama ifadesi belirdi yüzünde, ne de inkar. Uslu uslu, kıpırdanmadan dinledi, normal halinin aksine. Bense sigara yaktım, önerilerini unutmamak için tekrarladım kendi kendime içimden. Evde, yalnız, düşüncelere dalmayacaktım. Hayatın değerini bilecek, mutlu olacaktım. 2006 çalkantılıydı, ama şanslı ve kısmetli biriydim ben.Acele etmeyecektim, ne istediğimi biliyormuş, sandığımdan bile çabuk olacakmış...”
Neyzen Tevfik’e benziyordu; bol küfürlü, güzel gönüllü. Cunda da Bodrum’un eski haline benziyordu, bir de çocukluğumun geçtiği Erdek’ten yarım saat uzaklıktaki Narlı’yı anımsatmıştı bana. Oranın doğallığını hatırlatmış; şehir hayatını da, iş hayatını da unutturmuştu çok kısa bir sürede. Nüsra’yla kitap yazmaya karar vermiş, güzel güzel hayaller kurmuştuk tatil süresince.Taş evlere bayılmış, damlasakızlı dondurma yemiş, uzun uzun gazete okumuş, ayna gibi sularda yüzmüş, güzel bir tatil geçirmiştik beraber. Cunda adaydı ama Ayvalık’a bir yolla bağlanıyordu. Mevlana Caddesi’yle başlıyordu Cunda, Ayvalık’a vardığınızda ise Yunus Emre Sokağı karşılıyordu sizi. Eve dönüşte, bu yollardan geçerken, dönüp baktım Cunda’ya, çocukluğuma geri bakarcasına...Yüreğimde cennetin olduğu, yarınlar için korku duyulmadığı, anne sıcaklığından mahrum kalınmadığı, mutlulukla uykuya dalınıp, sabahlara neşeyle uyanıldığı günlere bakarcasına... Unutmak istememecesine...
Cunda Tatili
Reviewed by Arzu Pınar
on
Ağustos 21, 2006
Rating:
7 yorum
Merhaba Arzu,
Yazdıklarını bir nefeste okudum... Etkileyici ve okuyanına da yaşatan cinsten bir yazı...
İnşallah ben de seneye gidebilirim... tutku'yu anlatımından ben de sevdim. en çok da temizlik,orkideler ve kahvaltı konusunda... :)
falın gerçekleşme zamanını bilmiyoruz ama içtenlikle gerçekleşmesini diliyorum...
bir de ne kadar çok fal baktırırsan o kadar çok çabuk olurmuş dilekler... :)
Arzu, teşekkürler yaşadığın ve yaşattığın için...
sevgilerle...
:) Tesekkur ederim yazılarımı okuduğun için. Tutku'nun telefonunu veririm.Yorumlarin alışkanlık yapıyor, dört gözle bekliyorum. İyi ki varsın.
Sevgiler,
Arzu
merhaba Arzu,
yaz bitmeden cunda'da bir tatil planlıyorum. İnternet aramasıyla işe başladım, bir ucu da sana ulaştırdı beni. Yazdıklarını okuyunca tam da aradığım şeyleri senin bulduğunu farkettim. Bana pansiyonun telefonu ve teknenin adını gönderirsen ben de sizin yaşadığınız huzura ortak olmak isterim.
Dilerim bu yaz bitmeden huzurlu ve dinlendirici bir tatil yapabilirsin sen de. Sevgiler,
merhaba pınar hanım...ben tutku pansiyonun işletmecisi kadir,yorumlarınızı tesadüfen gördüm ve çok memnun oldum,güzel yorumlarınız ve hoş tasvirleriniz için sonsuz teşekkütler...sizi tekrar tertemiz tutku pansiyonun yediverenler dökülen taş sokaklarında görmek 'arzu'larımızla...sevgiler saygılar...
tabiii ya keşke siz pınar deil de arzu hanım olsanız gercekten pardon :))
Merhabalar gelecek yıl sizleri yine cunda adasında görmek dileğiyle... Adaya gelmeden önce;
--- www.cundada.com ---
websitesine göz atabilir, bölgedeki oteller hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşarak otel videolarını izleyebilirsiniz.
Merhabalar
Öncelikle Cunda hakkında yazdıklarınız için teşekkürler. Sanırım cunda anlatılmaz yaşanır. Size cunda hakkında bilgi veren bir site tavsiye edeceğim
http://www.cundadan.com/
Yorum Gönder