Tanrı'nın Doğum Günü
LOST dizisinde kaybolmak üzereydim ki, o kitap hızır gibi daldı hayatıma, TV’nin önünden çekti aldı, uzun zamandır özlemini çektiğim, elimden kitap düşmeyen o günlere geri döndürdü beni.
Geçen hafta izlemeye başlamıştım LOST’u, ilk sezonu hiç ara vermeden bitirmiş, ikinci sezon DVD’lerini el altından bulmuştum. Uyuşturucuların başında geliyordu TV biliyordum, düşünmekten kaçan insanların sığınağıydı, kısa süre içinde alışkanlık yapıyordu. Hiç yakalanmamıştım bu tuzağa, ama babamı da kaybetmek, insan üstü şekilde, çok çalıştığım halde, işte laf işitip durmak, haftasonumu ekran karşısında, sanal bir hikayeyi, saatlerce, derin bir uyuşukluk içinde seyrederek geçirmeye yöneltmişti beni. Hikaye güzeldi, kahramanları daha da güzel, hoş arada mantık hataları vardı, 2-3 gün sürekli izleyince baymaya bile başlayabiliyordu, ama sürekleyiciydi. O gün, yine işten eve dönecek, tek başıma LOST’u izlemeye devam edecektim, ancak normalde almayacağım o kitabı almak bu planımı da alt üst etti. Kitabı almak istememe sebebim, başlığında “Tanrı”nın geçmesi ve karşılıklı dialog şeklinde yazılmış olmasıydı. Bir iletişimci yazmış kitabı, pazarlamayı bilen birisi. “Tanrı İle Sohbet” dizisinden sonra tutacağı düşünülerek yazılmış; içi anılardan, iç çözümlemelerden ibaret, yazarın da kendi bunalımlarını çözmekten aciz, öğüt vericilerden birisinin olma ihtimali çok yüksekti. Hem ben “Tanrı” kelimesinin de manasının daraltıldığını düşünüyor, “Allah” denmesini istiyordum. Tanrı da doğmazdı ki, doğum gününü kutlasın. Yani bu kitabı almayı hiç düşünmüyordum.
Aldım...Bir kaç hafta boyunca kitabın övgülerini çeşitli insanlardan duymuştum. Bu çeşitli insanlar çekik gözlü, nur yüzlünün seminerlerine gelenler; 20, 30 yıldır mistizmle, tekamülle, dinlerle ilgilenen kişilerdi, “uç uç kelebek, ne güzel birbirini sevmek” diyen yüzeylerde kalmış spritüellerden değillerdi. Her seminerde kitaptan bahsediliyor, hatta kitabın normal bir insan tarafından yazılamayacağı, yazarının medyum olduğu, yukarılardan bilgiler aldığı bile söyleniyordu. Genç bir çocukmuş yazarı da, şu anda askerdeymiş. İsmi de bir yerlerden tanıdık geliyordu, ama 20’lerinde Burak adlı kimi tanıyordum ki? Nereden tanıdığımı çıkaramamıştım, sanki enerjisini bile biliyordum, ama herhalde sezgiydi, ilerde tanışacaktık. “Genç” dendiğinde, 30’larında birinin kastedildiğini düşünememiştim ki.
Bu kadar yoğun propoganda sonucu, merak baskın geldi, gittim aldım şu kitabı, genişletilmiş ikinci baskısını. 200, 300 sayfa bir kitap bekliyordum ki, 600 küsür sayfa çıktı. Daha da ilginci, boş ta değildi. LOST dizisinin pabucu dama atıldı ve okunmaya başlandı o sayfalar, ağır ağır; bazı bölümleri salonun ortasında yürüyerek düşündürdü, kimi zaman da derin şüphelere düşürdü.
Daha kitabı bitirmeden mail yazdım yazara, seçeceği yazıları sitede yayınlamak için izin istedim ama mail bir türlü gidemedi. O zaman hatırladım yazarın isminin nereden aşina geldiğini. 10 yıl önce aynı işyerinde çalışmıştık, 15-20 kişinin çalıştığı bir halkla ilişkiler ajansıydı, çok büyük bir yer değildi. Bir kaç kere selamlaşmış, derin bir sohbete girmemiştik, hatta hiç konuşmuş muyduk, onu da hatırlamıyordum. Kibar, yakışıklı, çalışkan bir çocuktu, ajanstan bir kızla çıkıyordu. Hakkında “Hoş ve boş” gibi bir yargıda bulunduğumu hatırlamıyorum, ancak bu kadar araştırıcı ve bilgili birisi olabileceğini ve herşeyin üzerinde bizimkisi gibi bir ülkede kimbilir hangi cemaatleri karşısına almayı göze alarak, “Tanrı’nın Doğumgünü” isimli bir kitabı kaleme alabilecek cesarete sahip olabileceğini hiç düşünememiştim. Hayatım boyunca, böyle kaç kişiyle karşılaşmış ve üstünkörü selamlaşmalardan ötesine geçmemiştim kimbilir. Hoş o zamanlar hayal aleminde gibiydim, erkek arkadaşımdan yeni ayrılmış, belli ki ilk kıyametlerimden birisini yaşamış, onsuz hayatın nasıl geçeceğini anlayamamış, arada derede kalmış birisiydim. Kendi acılarıma odaklanmaktan, çevremle ilgilenmeye ve gözümün önünü görmeye halim kalmıyormuş demek ki. Kitap bilgi vermekle kalmadı, yıllar öncesine de götürdü, bana ayna tuttu. Aynı işyerinde çalışıp, tanımamak çevredeki insanları, bilmemek dünyalarını; konuşmamak, paylaşmamak, gönlü gönüllere açmamak. 10 yıl. Değişmeyen ne kadar çok şey var hala.
Annemi kaybedeli 2 yıl oldu, o sıralarda Tanrılar Okulu’nu okumaya başlamıştım. Babamı kaybedeli 2 hafta oldu, elimde bu sefer Tanrı’nın Doğum Günü var. Ne tesadüf değil mi Tanrı’lı kitaplarla böyle acılı dönemlerdeki kesişmeler? Kitapta da acının gelişmek olduğu yazıyor: “Spor sonrası duyduğun kas ağrıları, kaslarının geliştiğinin müjdesidir.Her acıda anlama ve anlamlandırma sınırlarını zorlarsın.Şifresini çözdürene dek sana varlığını hissettiren acı, onun nedenini anladığın anda kesilir.Acı öğretmendir ve senin mektubu okumanla birlikte onun dersi bitmiştir.Sınıfı terk ederken yerini haz öğretmenine bırakır......Ölüme dönersek, ölüm henüz ölmemişlerin acısıdır. Ölüm acıyı geride kalanlara verir.Ölümün insanı acıtan yanı, onu anlayamamasıdır.İnsan ölümden korkar, çünkü onu anlayamaz.”
Allah’ın isimlerinden birisi olan Rab’ın anlamının eğitmen, öğretmen olduğunu defalarca duydum seminerlerde. Benim öğretmen ders kırmaya müsade etmiyor, “elektrikler kesikti, çalışamadım desem de” inanmıyor, hele TV karşısında uyuşmama hiç izin vermiyor. Kitaplar hediye paketli kapaklarla yollanıyor, bilgi bombardımanı aralıksız devam ediyor. Kitaplara diyeceğim yok ta, şu acı meselesinde orta bir yerlerde anlaşsak keşke, biraz ağır geliyor da...Bunu yazar yazmaz da yine seminerlerde duyduğum “Kimseye kaldıramayacağından fazla yük vermez” sözü aklıma geliveriyor hemen. Ah bu bilgiler, söylemesi, yazması kolay da, sıra yaşamaya geldiğinde, işte orası yürek istiyor.
Geçen hafta izlemeye başlamıştım LOST’u, ilk sezonu hiç ara vermeden bitirmiş, ikinci sezon DVD’lerini el altından bulmuştum. Uyuşturucuların başında geliyordu TV biliyordum, düşünmekten kaçan insanların sığınağıydı, kısa süre içinde alışkanlık yapıyordu. Hiç yakalanmamıştım bu tuzağa, ama babamı da kaybetmek, insan üstü şekilde, çok çalıştığım halde, işte laf işitip durmak, haftasonumu ekran karşısında, sanal bir hikayeyi, saatlerce, derin bir uyuşukluk içinde seyrederek geçirmeye yöneltmişti beni. Hikaye güzeldi, kahramanları daha da güzel, hoş arada mantık hataları vardı, 2-3 gün sürekli izleyince baymaya bile başlayabiliyordu, ama sürekleyiciydi. O gün, yine işten eve dönecek, tek başıma LOST’u izlemeye devam edecektim, ancak normalde almayacağım o kitabı almak bu planımı da alt üst etti. Kitabı almak istememe sebebim, başlığında “Tanrı”nın geçmesi ve karşılıklı dialog şeklinde yazılmış olmasıydı. Bir iletişimci yazmış kitabı, pazarlamayı bilen birisi. “Tanrı İle Sohbet” dizisinden sonra tutacağı düşünülerek yazılmış; içi anılardan, iç çözümlemelerden ibaret, yazarın da kendi bunalımlarını çözmekten aciz, öğüt vericilerden birisinin olma ihtimali çok yüksekti. Hem ben “Tanrı” kelimesinin de manasının daraltıldığını düşünüyor, “Allah” denmesini istiyordum. Tanrı da doğmazdı ki, doğum gününü kutlasın. Yani bu kitabı almayı hiç düşünmüyordum.
Aldım...Bir kaç hafta boyunca kitabın övgülerini çeşitli insanlardan duymuştum. Bu çeşitli insanlar çekik gözlü, nur yüzlünün seminerlerine gelenler; 20, 30 yıldır mistizmle, tekamülle, dinlerle ilgilenen kişilerdi, “uç uç kelebek, ne güzel birbirini sevmek” diyen yüzeylerde kalmış spritüellerden değillerdi. Her seminerde kitaptan bahsediliyor, hatta kitabın normal bir insan tarafından yazılamayacağı, yazarının medyum olduğu, yukarılardan bilgiler aldığı bile söyleniyordu. Genç bir çocukmuş yazarı da, şu anda askerdeymiş. İsmi de bir yerlerden tanıdık geliyordu, ama 20’lerinde Burak adlı kimi tanıyordum ki? Nereden tanıdığımı çıkaramamıştım, sanki enerjisini bile biliyordum, ama herhalde sezgiydi, ilerde tanışacaktık. “Genç” dendiğinde, 30’larında birinin kastedildiğini düşünememiştim ki.
Bu kadar yoğun propoganda sonucu, merak baskın geldi, gittim aldım şu kitabı, genişletilmiş ikinci baskısını. 200, 300 sayfa bir kitap bekliyordum ki, 600 küsür sayfa çıktı. Daha da ilginci, boş ta değildi. LOST dizisinin pabucu dama atıldı ve okunmaya başlandı o sayfalar, ağır ağır; bazı bölümleri salonun ortasında yürüyerek düşündürdü, kimi zaman da derin şüphelere düşürdü.
Daha kitabı bitirmeden mail yazdım yazara, seçeceği yazıları sitede yayınlamak için izin istedim ama mail bir türlü gidemedi. O zaman hatırladım yazarın isminin nereden aşina geldiğini. 10 yıl önce aynı işyerinde çalışmıştık, 15-20 kişinin çalıştığı bir halkla ilişkiler ajansıydı, çok büyük bir yer değildi. Bir kaç kere selamlaşmış, derin bir sohbete girmemiştik, hatta hiç konuşmuş muyduk, onu da hatırlamıyordum. Kibar, yakışıklı, çalışkan bir çocuktu, ajanstan bir kızla çıkıyordu. Hakkında “Hoş ve boş” gibi bir yargıda bulunduğumu hatırlamıyorum, ancak bu kadar araştırıcı ve bilgili birisi olabileceğini ve herşeyin üzerinde bizimkisi gibi bir ülkede kimbilir hangi cemaatleri karşısına almayı göze alarak, “Tanrı’nın Doğumgünü” isimli bir kitabı kaleme alabilecek cesarete sahip olabileceğini hiç düşünememiştim. Hayatım boyunca, böyle kaç kişiyle karşılaşmış ve üstünkörü selamlaşmalardan ötesine geçmemiştim kimbilir. Hoş o zamanlar hayal aleminde gibiydim, erkek arkadaşımdan yeni ayrılmış, belli ki ilk kıyametlerimden birisini yaşamış, onsuz hayatın nasıl geçeceğini anlayamamış, arada derede kalmış birisiydim. Kendi acılarıma odaklanmaktan, çevremle ilgilenmeye ve gözümün önünü görmeye halim kalmıyormuş demek ki. Kitap bilgi vermekle kalmadı, yıllar öncesine de götürdü, bana ayna tuttu. Aynı işyerinde çalışıp, tanımamak çevredeki insanları, bilmemek dünyalarını; konuşmamak, paylaşmamak, gönlü gönüllere açmamak. 10 yıl. Değişmeyen ne kadar çok şey var hala.
Annemi kaybedeli 2 yıl oldu, o sıralarda Tanrılar Okulu’nu okumaya başlamıştım. Babamı kaybedeli 2 hafta oldu, elimde bu sefer Tanrı’nın Doğum Günü var. Ne tesadüf değil mi Tanrı’lı kitaplarla böyle acılı dönemlerdeki kesişmeler? Kitapta da acının gelişmek olduğu yazıyor: “Spor sonrası duyduğun kas ağrıları, kaslarının geliştiğinin müjdesidir.Her acıda anlama ve anlamlandırma sınırlarını zorlarsın.Şifresini çözdürene dek sana varlığını hissettiren acı, onun nedenini anladığın anda kesilir.Acı öğretmendir ve senin mektubu okumanla birlikte onun dersi bitmiştir.Sınıfı terk ederken yerini haz öğretmenine bırakır......Ölüme dönersek, ölüm henüz ölmemişlerin acısıdır. Ölüm acıyı geride kalanlara verir.Ölümün insanı acıtan yanı, onu anlayamamasıdır.İnsan ölümden korkar, çünkü onu anlayamaz.”
Allah’ın isimlerinden birisi olan Rab’ın anlamının eğitmen, öğretmen olduğunu defalarca duydum seminerlerde. Benim öğretmen ders kırmaya müsade etmiyor, “elektrikler kesikti, çalışamadım desem de” inanmıyor, hele TV karşısında uyuşmama hiç izin vermiyor. Kitaplar hediye paketli kapaklarla yollanıyor, bilgi bombardımanı aralıksız devam ediyor. Kitaplara diyeceğim yok ta, şu acı meselesinde orta bir yerlerde anlaşsak keşke, biraz ağır geliyor da...Bunu yazar yazmaz da yine seminerlerde duyduğum “Kimseye kaldıramayacağından fazla yük vermez” sözü aklıma geliveriyor hemen. Ah bu bilgiler, söylemesi, yazması kolay da, sıra yaşamaya geldiğinde, işte orası yürek istiyor.
Tanrı'nın Doğum Günü
Reviewed by Arzu Pınar
on
Mart 10, 2007
Rating:
2 yorum
Ne kadar sığ, kendi iç dünyama kapalı yaşadığımı Tanrının doğum günü kitabını okuduktan sonra keşfettim. Çok beğenerek okuduğum bir kitap... Ardından da Levhi Mahfuz kitabını okumalı tabiki...
yazariyla ayni ajansta calismisiz. pek konusmamistim. kimlerle karsilasiyoruz, ne firsatlari kaciriyoruz diye dusunmustum kitabi okudumda.
Yorum Gönder