Gerçek Bir Yaşam İçin
Doğan Cüceloğlu'nun ''Keşke'siz Bir Yaşam İçin İletişim'' isimli kitabını bitirdim dün akşam. Kitapta hem anne babalar, hem yöneticiler, hem de ilişkilere önem veren ve insanı daha derinlemesine anlamak isteyenler için güzel bilgiler var. Örneğin varoluş boyutları gibi. Doğan Cüceloğlu, varoluşun beş boyutundan bahsediyor:
1-Umursanmak,
2-Kabul edilmek,
3-Değerli olmak,
4-Yeterli, güçlü, güvenilir olmak,
5-Sevilmeye layık olmak.
''Tabi ki, herkes umursanmak ister, bunu bilmeyecek ne var?'' diyebilirsiniz. Herkes kabul edilmek, değerli bulunmak istiyor. Ancak o kadar basitse, bu kadar sorun, çatışma da yaşamazdık değil mi? Kadınla erkek arasında, iş dünyasında, hatta uluslararası ilişkilerde...İnsanlar birbirini aşağılama, yok sayma, korkuyla yönetme peşinde olmazdı, varoluşun boyutlarına saygı oluşmuş olsaydı.
Kitabı okurken, yaşadıklarım anlam buldu. Şirketlerde çalışanların gereksinimleri karşılandığında, sadece ödeme, yan haklar şeklinde değil; saygı, güven ve açık iletişimin olduğu bir çalışma ortamı yaratıldığında işin verimi, çalışanların aidiyet duygusu ve yaratıcılıkları artıyor. Kurumsal dünyada ''değerlerle yönetim'' adı veriliyor buna. Liderlerden beklenen bu ortamı yaratmaları.Ancak korku kültürünün de kısa vadede sonuç aldırdığını düşünen ve geleceği yaratmak yerine ki bu zahmetli ve uzun bir yol, günü kurtarmayı, satış hedeflerine ulaşmayı yeterli gören liderler de var.Böyle bir yönetim tarzına, korku kültürüne alışmış bir topluluğun başına insan odaklı yöneticiler geldiğinde, ilk başta başarılı olamıyorlar; çünkü zayıf görülüyorlar çalışanlar tarafından. Tersi şekilde, kendinden emin, varoluşun beş boyutunda da tatmin olmak isteyen bir birey de, korkunun, sindirmenin, değersizleştirmenin var olduğu bir ortamda kalmıyor.
İlişkilerde de sevgisizlik, gelecek nesillerde gösteriyor kendisini. Sevgisiz ortamın çocukları, özgüveni yüksek, kendi ve diğerlerinin sınırlarına saygılı, özgün bireyler olmak yerine korku kültürü içinde, bir otoritenin peşine takılmış, kendi potansiyelini dışa vuramamış, ilişkilerinde sorunlu kişiler olarak hayatlarını sürdürüyorlar.
Ülkemizde ağırlıklı korku kültürü hakim. İnsanın özüne değer verilmediği, sosyal maskeye, mevki ve maddiyata önem verildiği, itişme kakışmanın hakim olduğu bir iklim söz konusu.Anneler ve babalar en kıymetlileri olan çocukları için en iyisini yapmak istiyorlar, ancak onlara her gün, davranışlarıyla, sözleriyle ''sen değersizsin, sen sevilmeye layık değilsin, sen küçüksün, bilmezsin'' diyerek, çocuklarının psikolojilerine ne büyük zarar verdiklerinin farkında değiller. Çocuklarının kendilerinden uzaklaştıklarını seziyor, zamane gençliğini eleştiriyorlar, kendi yaralı çocukluklarını anımsıyorlar zaman zaman, ancak bu kadar. Davranış değişikliği, bir sorun olduğunun farkına varmak, değişim için çaba göstermekle oluyor.
''Yeni nesil bir başka''... Bunu sık sık duyuyorum. Amerika'da akademi ve iş çevrelerinde neredeyse her söze y kuşağıyla başlıyorlar, burada bazı makalelerde geçiyor sadece. Bu kuşağı nasıl yöneteceklerini düşünüyorlar, tartışıyorlar, çözüm arıyorlar. Bir başkalar, çocuklar da öyle. Özel alanlarına saygılı olunmasını istiyorlar, özgürlükleri önemli ancak değer görmeleri de öyle.Varoluşun beş boyutunu hayatımıza sokacağa benziyorlar.
Bir işletmede kültürün değişmesi 7 yılı alırmış. Ne dersiniz 7 yıl sonra memleketimiz, günlük ilişkilerimiz, yaşamlarımız farklı olur mu? Bu çocuklar ve korku kültürüne uyum sağlayamayan bir kaç kişi bunu başarabilirler mi?
1-Umursanmak,
2-Kabul edilmek,
3-Değerli olmak,
4-Yeterli, güçlü, güvenilir olmak,
5-Sevilmeye layık olmak.
''Tabi ki, herkes umursanmak ister, bunu bilmeyecek ne var?'' diyebilirsiniz. Herkes kabul edilmek, değerli bulunmak istiyor. Ancak o kadar basitse, bu kadar sorun, çatışma da yaşamazdık değil mi? Kadınla erkek arasında, iş dünyasında, hatta uluslararası ilişkilerde...İnsanlar birbirini aşağılama, yok sayma, korkuyla yönetme peşinde olmazdı, varoluşun boyutlarına saygı oluşmuş olsaydı.
Kitabı okurken, yaşadıklarım anlam buldu. Şirketlerde çalışanların gereksinimleri karşılandığında, sadece ödeme, yan haklar şeklinde değil; saygı, güven ve açık iletişimin olduğu bir çalışma ortamı yaratıldığında işin verimi, çalışanların aidiyet duygusu ve yaratıcılıkları artıyor. Kurumsal dünyada ''değerlerle yönetim'' adı veriliyor buna. Liderlerden beklenen bu ortamı yaratmaları.Ancak korku kültürünün de kısa vadede sonuç aldırdığını düşünen ve geleceği yaratmak yerine ki bu zahmetli ve uzun bir yol, günü kurtarmayı, satış hedeflerine ulaşmayı yeterli gören liderler de var.Böyle bir yönetim tarzına, korku kültürüne alışmış bir topluluğun başına insan odaklı yöneticiler geldiğinde, ilk başta başarılı olamıyorlar; çünkü zayıf görülüyorlar çalışanlar tarafından. Tersi şekilde, kendinden emin, varoluşun beş boyutunda da tatmin olmak isteyen bir birey de, korkunun, sindirmenin, değersizleştirmenin var olduğu bir ortamda kalmıyor.
İlişkilerde de sevgisizlik, gelecek nesillerde gösteriyor kendisini. Sevgisiz ortamın çocukları, özgüveni yüksek, kendi ve diğerlerinin sınırlarına saygılı, özgün bireyler olmak yerine korku kültürü içinde, bir otoritenin peşine takılmış, kendi potansiyelini dışa vuramamış, ilişkilerinde sorunlu kişiler olarak hayatlarını sürdürüyorlar.
Ülkemizde ağırlıklı korku kültürü hakim. İnsanın özüne değer verilmediği, sosyal maskeye, mevki ve maddiyata önem verildiği, itişme kakışmanın hakim olduğu bir iklim söz konusu.Anneler ve babalar en kıymetlileri olan çocukları için en iyisini yapmak istiyorlar, ancak onlara her gün, davranışlarıyla, sözleriyle ''sen değersizsin, sen sevilmeye layık değilsin, sen küçüksün, bilmezsin'' diyerek, çocuklarının psikolojilerine ne büyük zarar verdiklerinin farkında değiller. Çocuklarının kendilerinden uzaklaştıklarını seziyor, zamane gençliğini eleştiriyorlar, kendi yaralı çocukluklarını anımsıyorlar zaman zaman, ancak bu kadar. Davranış değişikliği, bir sorun olduğunun farkına varmak, değişim için çaba göstermekle oluyor.
''Yeni nesil bir başka''... Bunu sık sık duyuyorum. Amerika'da akademi ve iş çevrelerinde neredeyse her söze y kuşağıyla başlıyorlar, burada bazı makalelerde geçiyor sadece. Bu kuşağı nasıl yöneteceklerini düşünüyorlar, tartışıyorlar, çözüm arıyorlar. Bir başkalar, çocuklar da öyle. Özel alanlarına saygılı olunmasını istiyorlar, özgürlükleri önemli ancak değer görmeleri de öyle.Varoluşun beş boyutunu hayatımıza sokacağa benziyorlar.
Bir işletmede kültürün değişmesi 7 yılı alırmış. Ne dersiniz 7 yıl sonra memleketimiz, günlük ilişkilerimiz, yaşamlarımız farklı olur mu? Bu çocuklar ve korku kültürüne uyum sağlayamayan bir kaç kişi bunu başarabilirler mi?
Gerçek Bir Yaşam İçin
Reviewed by Arzu Pınar
on
Ağustos 23, 2012
Rating:
2 yorum
örnekleriniz reel bizi anlatıyor, ne yazık ki.ilk gece karısını döven erkek oranını aklım almadı. Bu devirde mi diyesim geliyor ama sonra düşününce türkiyenin o kadar da sağlam bir sosyolojik ve psikolojik yapısı,"insani" çoğunluğu olmadığına karar veriyorum...
Yeni kuşak hakkındaki düşünce ve sorularınız da aynen karşılık buluyor bende de. yine maalesef ne devletin ne de ailelerin ve STKların çocuklarımız hakkında proje ve hedefleri yok. Saldım çayıra sloganı hakim!
Zaten zor olmalarini da kimse istemiyor. Uyusuk, her denileni yapan ve bol bol tuketen bir kitle tercih edilir sanirim. Ancak umudum kendi seslerini dinlemelerinden yana.
Sevgilerimle,
Yorum Gönder